Müziğin Öncüleri
Müzik tarihi
dediğimizde aklımıza, yayınlardan edindiğimiz bilgilerin çerçevesindeki olaylar
gelir. Tarih, yazılanların bize sunduğu, “taraflı” belgelerin derlendiği derin
ve geniş alanın sadece bir boyutudur. Müzik tarihinde yazılanların yanında,
seslendirilenler de olduğu için bazen yorum kısmını bizler yapma şansına
sahibiz. Tıpkı Şeref Bigalı’nın resimleri hakkında konuşma, yorum yapma
özgürlüğümüzün olması gibi.
Nasıl bir yorum yaparsak yapalım, bazı eserler, besteciler, olaylar tüm
çıplaklığı ile karşımızda durur. Bunlardan biri şüphesiz Dimitri
Şostakoviç’tir. Kendisi ile ilgili müzikoloji ve siyasi alanda çeşitli yorumlar
yapılmış ve tarih sahnesinde kendine özgü bir gizem yaratmıştır. 20. yüzyılın
önemli bestecisi Şostakoviç (1906-1975) ölümünden sonra değeri anlaşılan,
eserleri seslendirilen, müzikoloji alanında araştırmalara konu olan Rus
bestecileri içinde en çok tartışılan isimdir.
Bunca tartışma konusu nasıl yaratılıyor? Nasıl oluyor da hala gizemini
koruyabiliyor? Şostakoviç’in kim olduğunu ve nasıl bir ortamda müzik
bestelediğini anlamanın yolu Sovyetler Birliği müzik kültüründe yerini bulur.
Ekim Devrimi’nden önce müzik, ağırlıklı olarak St. Petersburg ve Moskova
okulları olarak bilinen iki ekol tarafından belirleniyordu. Çaykovski, Moskova
okulu önderi iken, Korsakof, St. Petersburg okulunun öncüsü idi. Okullar
arasında sürekli kuramsal olarak varolan gerilim, akademizm ve geleneksel
değerlerin ele alınması sorunsalından kaynaklanıyordu.
Devrimle birlikte başlayan proleter dönem, bu iki okulun etkisini azalttı.
Başlangıçta yeni müzik ve dünya klasik müziğine ilgi gösteren Sovyetler Birliği
entelenjiyasısı, proleter ağırlıklı zihniyet nedeni ile “öze dönüş”, “otantizme
dönüş” şiarı ile yeni müziğe, dolayısıyla Şostakoviç’e ağır eleştiriler yöneltti.
Özellikle Mtzensk’li Lady Macbet operası eleştiri konusu oldu. Zamanla bu
eleştirilerin hedefleri genişledi ve Prokofiyef, Myaskovski vd. isimler de
paylarını aldılar. Böylece başlatılan eleştiri kampanyası Stalin’in ölümüne
kadar devam etti. Bu arada eleştirilerin haklı olduğunu söyleyen besteciler
birer birer özür niteliğinde eserler vermeye başladılar. Stalin’in ölümünden
sonra başlayan kısmi özgürlük, bestecileri için düşündükleri müziği yapmalarına
imkan tanıdı.
Şostakoviç bu çalkantılı dönemlerin içinden gelen, müzik eserlerinde sürekli
yeniliğe açık fakat bir o kadar da geriye dönüşler yapan bir müzik insanı.
Sovvet rejiminin eleştirilerine maruz kalmasına rağmen, aynı rejimin en önemli
bestecisi konumunda olan kişi. Sanatçı özgürlüğü ve rejim baskısı arasında gel
gitler yaşayan ve eserlerinin bu nedenle şifreli olduğu söylenen “dahi”
besteci. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, kendisi Sovvet Rejimi içinde Rus
kültürüne özgü, döneminin sonrasına taşınabilecek eserler üreten biri olarak
ironik bir sanatçı karekteri çizmektedir.
Burun, Altın Çağ, Piyano konçertoları, Tahta Kurusu vd. eserleri mevcuttur.
Şostakoviç kendi alanında özgünlüğü yakalamış ve tarihte yoğun politik ortamda
ayakta kalabilmeyi başarabilmiş ender sanatçılardan biridir. Bizim ülkemiz ile
karşılaştırıldığında, müzik insanlarımızın kısmi olarak daha özgür ve rahat bir
ortamda çalıştıkları görülür. Her ülkenin kendi diyalektik süreci sanat
ortamını belirlemesine rağmen bazen bu sürece siyasi erk ve/veya sanatçı
müdahale edebilir.
Adnan Saygun ülkenin içinde bulunduğu ortamda üzerine düşeni kendi olanakları
ölçüsünde yaparak, Genç Cumhuriyet’in müziğini “belirlemede” rol oynamıştır.
Nedir bu yazıda birbirinden kopuk iki insanın bir aradalığı? Öncelikle ikisinin
de ülkelerinin önemli bestecileri olması. Ardından her ikisinin ülkelerinde
gerçekleşen siyasi devrim. Neredeyse aynı kaderi paylaşan bu iki sanatçı birer
yıl arayla yüzüncü yıl anmalarında hatırlanıyor. Yaptıkları ve müzikal
düşünceleri tekrar ele alınarak geleceğin müziğine katkı sağlayabilecek bu iki
insan için yapmamız gerekenler, aslında müzik için yapmamız gerekenlerle
paraleldir. Saygun için birkaç ay sonra anma toplantıları, eserlerinin
seslendirilmesi vb. etkinlikler yapılacak. Konservatuarlarda yeni kuşağın adını
“bilmediği” bu önemli müzik şövalyesi anma etkinlikleri kanalı ile bir süre
müzik gündemine gelecek. Tüm müzisyenlerimizin ve sanatçılarımızın “belirli gün
ve haftalarda” anılması, hatırlanması alışkanlığında vazgeçip, müzik tarihimize
dönüp değerlerimizi ele almalı ve yeniden müzik tarihimizi yazmalıyız. Müzik
tarihimiz içinde Saygunlar, Tançlar, Erkinler, Itriler ne yazık ki çok az.
Gelecekte bu isimleri çoğaltmak ise elimizde. Yapmamız gereken entelektüel
alanı sanatçılar olarak, sanat alanının dışındakilere teslim etmemek.
Bestecilik alanında yaşarken popüleritesi olan ve her konserde eserleri
çalınanların yanında, kendilerini icracılardan, konser salonlarından geri
çekerek çalışmalarını sürdürenlerin sayısı da az değildir. Bu tür bestecilerin
ruhi konumlarını düşündüğümde aklıma Elif Karadayı, Beyza Boynudelik, Nedret
Yaşar, Şeref Bigalı vd. ressamlarımızın yapıtları aklıma geliyor.
Sanatçılarımızın eserlerinde yansıttıkları humanistik içsel yalnızlık,
müzisyenlerimizin kendi konumlarını tüm netliği ile bizlere sunuyor. Sanat
belki de böyle bir şey; zaman zaman farklı disiplinlerin alanındaki haleti
ruhiyeleri yakalamak…