13 Haziran 2016 Pazartesi


Müziğin Öncüleri
Müzik tarihi dediğimizde aklımıza, yayınlardan edindiğimiz bilgilerin çerçevesindeki olaylar gelir. Tarih, yazılanların bize sunduğu, “taraflı” belgelerin derlendiği derin ve geniş alanın sadece bir boyutudur. Müzik tarihinde yazılanların yanında, seslendirilenler de olduğu için bazen yorum kısmını bizler yapma şansına sahibiz. Tıpkı Şeref Bigalı’nın resimleri hakkında konuşma, yorum yapma özgürlüğümüzün olması gibi.

Nasıl bir yorum yaparsak yapalım, bazı eserler, besteciler, olaylar tüm çıplaklığı ile karşımızda durur. Bunlardan biri şüphesiz Dimitri Şostakoviç’tir. Kendisi ile ilgili müzikoloji ve siyasi alanda çeşitli yorumlar yapılmış ve tarih sahnesinde kendine özgü bir gizem yaratmıştır. 20. yüzyılın önemli bestecisi Şostakoviç (1906-1975) ölümünden sonra değeri anlaşılan, eserleri seslendirilen, müzikoloji alanında araştırmalara konu olan Rus bestecileri içinde en çok tartışılan isimdir.



Bunca tartışma konusu nasıl yaratılıyor? Nasıl oluyor da hala gizemini koruyabiliyor? Şostakoviç’in kim olduğunu ve nasıl bir ortamda müzik bestelediğini anlamanın yolu Sovyetler Birliği müzik kültüründe yerini bulur. Ekim Devrimi’nden önce müzik, ağırlıklı olarak St. Petersburg ve Moskova okulları olarak bilinen iki ekol tarafından belirleniyordu. Çaykovski, Moskova okulu önderi iken, Korsakof, St. Petersburg okulunun öncüsü idi. Okullar arasında sürekli kuramsal olarak varolan gerilim, akademizm ve geleneksel değerlerin ele alınması sorunsalından kaynaklanıyordu.

Devrimle birlikte başlayan proleter dönem, bu iki okulun etkisini azalttı. Başlangıçta yeni müzik ve dünya klasik müziğine ilgi gösteren Sovyetler Birliği entelenjiyasısı, proleter ağırlıklı zihniyet nedeni ile “öze dönüş”, “otantizme dönüş” şiarı ile yeni müziğe, dolayısıyla Şostakoviç’e ağır eleştiriler yöneltti. Özellikle Mtzensk’li Lady Macbet operası eleştiri konusu oldu. Zamanla bu eleştirilerin hedefleri genişledi ve Prokofiyef, Myaskovski vd. isimler de paylarını aldılar. Böylece başlatılan eleştiri kampanyası Stalin’in ölümüne kadar devam etti. Bu arada eleştirilerin haklı olduğunu söyleyen besteciler birer birer özür niteliğinde eserler vermeye başladılar. Stalin’in ölümünden sonra başlayan kısmi özgürlük, bestecileri için düşündükleri müziği yapmalarına imkan tanıdı.

Şostakoviç bu çalkantılı dönemlerin içinden gelen, müzik eserlerinde sürekli yeniliğe açık fakat bir o kadar da geriye dönüşler yapan bir müzik insanı. Sovvet rejiminin eleştirilerine maruz kalmasına rağmen, aynı rejimin en önemli bestecisi konumunda olan kişi. Sanatçı özgürlüğü ve rejim baskısı arasında gel gitler yaşayan ve eserlerinin bu nedenle şifreli olduğu söylenen “dahi” besteci. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, kendisi Sovvet Rejimi içinde Rus kültürüne özgü, döneminin sonrasına taşınabilecek eserler üreten biri olarak ironik bir sanatçı karekteri çizmektedir.
Burun, Altın Çağ, Piyano konçertoları, Tahta Kurusu vd. eserleri mevcuttur.

Şostakoviç kendi alanında özgünlüğü yakalamış ve tarihte yoğun politik ortamda ayakta kalabilmeyi başarabilmiş ender sanatçılardan biridir. Bizim ülkemiz ile karşılaştırıldığında, müzik insanlarımızın kısmi olarak daha özgür ve rahat bir ortamda çalıştıkları görülür. Her ülkenin kendi diyalektik süreci sanat ortamını belirlemesine rağmen bazen bu sürece siyasi erk ve/veya sanatçı müdahale edebilir.

Adnan Saygun ülkenin içinde bulunduğu ortamda üzerine düşeni kendi olanakları ölçüsünde yaparak, Genç Cumhuriyet’in müziğini “belirlemede” rol oynamıştır. Nedir bu yazıda birbirinden kopuk iki insanın bir aradalığı? Öncelikle ikisinin de ülkelerinin önemli bestecileri olması. Ardından her ikisinin ülkelerinde gerçekleşen siyasi devrim. Neredeyse aynı kaderi paylaşan bu iki sanatçı birer yıl arayla yüzüncü yıl anmalarında hatırlanıyor. Yaptıkları ve müzikal düşünceleri tekrar ele alınarak geleceğin müziğine katkı sağlayabilecek bu iki insan için yapmamız gerekenler, aslında müzik için yapmamız gerekenlerle paraleldir. Saygun için birkaç ay sonra anma toplantıları, eserlerinin seslendirilmesi vb. etkinlikler yapılacak. Konservatuarlarda yeni kuşağın adını “bilmediği” bu önemli müzik şövalyesi anma etkinlikleri kanalı ile bir süre müzik gündemine gelecek. Tüm müzisyenlerimizin ve sanatçılarımızın “belirli gün ve haftalarda” anılması, hatırlanması alışkanlığında vazgeçip, müzik tarihimize dönüp değerlerimizi ele almalı ve yeniden müzik tarihimizi yazmalıyız. Müzik tarihimiz içinde Saygunlar, Tançlar, Erkinler, Itriler ne yazık ki çok az. Gelecekte bu isimleri çoğaltmak ise elimizde. Yapmamız gereken entelektüel alanı sanatçılar olarak, sanat alanının dışındakilere teslim etmemek.

Bestecilik alanında yaşarken popüleritesi olan ve her konserde eserleri çalınanların yanında, kendilerini icracılardan, konser salonlarından geri çekerek çalışmalarını sürdürenlerin sayısı da az değildir. Bu tür bestecilerin ruhi konumlarını düşündüğümde aklıma Elif Karadayı, Beyza Boynudelik, Nedret Yaşar, Şeref Bigalı vd. ressamlarımızın yapıtları aklıma geliyor. Sanatçılarımızın eserlerinde yansıttıkları humanistik içsel yalnızlık, müzisyenlerimizin kendi konumlarını tüm netliği ile bizlere sunuyor. Sanat belki de böyle bir şey; zaman zaman farklı disiplinlerin alanındaki haleti ruhiyeleri yakalamak…


                    Sessiz Bir Çığlıktır Hakan Ali Toker Ritüellerin gündelik yaşamdan koparak, kamusal alan dışına çıkmasıyla birlikte müzi...