20 Kasım 2017 Pazartesi



                              İdeal Bir Sanatçı Olmanın 21 Yolu



25 Kasım’a  kadar sürecek olan karma sergi oldukça dikkat çekici.  Günümüz genç, fakat aynı zamanda önümüzdeki yıllarda ciddi başarılı çalışmalara imza atacak 21 sanatçı. Serginin teması kimlik, daha doğrusu kimlik sorgulaması.
Sanatçı olma sorunu, çağımızın çağdaş sanat kavramı ve geleneksel arasında gelgitler yaşayan yeni sanatçı adayları ve bunların eserlere yansıması.
Sanatçıların ürettikleri eserleriyle Akademililer Sanat Merkezi Sergi salonunda buluşması bizler için belki de bir şans.
Sergide eserleri bulunan sanatçılar: Hayri Ağan, Aslı Altınışık, Şeyma Barut, Baki Bodur, Songül Canerik, Sevinç Çiftçi, Tuğçe Diri, Efe Erdoğan, Cansu Kahraman, Nadide Acar Karaca, Zeynep Dicle Kaymaz, Ekin Su Koç, Eylül Köksümer, Joel Menemşe, Arda Selim, Halil Şentürk, Ercan Sert, Rabia Seyhan, Hülya Sözer, Kudret Türküm ve Yağmur Yılan.
Akademililer Sanat Merkezi
Balo Sokak. Beyoğlu.



12 Kasım 2017 Pazar



                                36. Uuslararası İstanbul Kitap Fuarı

Prof. Mesut İKTU
Doç. Dr. Seyit YÖRE
Müzikbilimci Vural YILDIRIM

11 KASIM 2017
Saat.13:45

Moda Salonu




6 Kasım 2017 Pazartesi

                                   

KAOTİK  MÜZİKAL ATMOSFER


Günümüzde olduğu düşünülen olayların tarih içinde farklı şekillerde kendini gösterdiğini savunan bir gerçeklik var. Böyle bir düşüncenin kısaca “tarih tekerrürden ibarettir” sözü ile anlatıldığını hepimiz biliriz. İnsanlığın başladığı andan beri sürekli var olan toplumsal olaylar, özde aynı olsa da biçimsel farklılıklar gösterebilir. Gerçi bazıları böyle bir anlayışa karşı gelebilir ve tarihteki olayların birbirinden bağımsız olduğunu savunabilir.
Kaos kavramı bu konuda bizleri en çok meşgul eden kavramlardan biridir. Tarihin her döneminde çeşitli nedenlerden ötürü kaos yaşandığı bilinir. Bu konuda ciddi kuramsal çalışmalar yapılmıştır.
Bir görüş kaosun varlığını kabul ederken, diğer bir görüş kaosta bile bir düzenin olduğunu savunmaktadır. Sonuçta nasıl düşünürsek düşünelim, kaosun bizi bir düzen anlayışı düşünmemize, istememize zorladığı gerçeğidir. Kaos varsa, düzen de vardır.
Kaos en genel tanımı ile düzensizlik demektir. Khaos Yunan kaynaklı ve “düzenin zıttı, düzensiz” anlamına gelen bir kavram. Aynı zamanda Yunan mitolojisinde Uranos öncesi tanrı olarak da kabul edilir.
Kaos yaşamın her alanında bir başka değişle yaşamın içinde yer alır. Kaos olmalı ki düzen olsun. Karanlık olmalı ki aydınlık olsun. Düzen, belirli bir süre sonra sıradanlaşarak düzensizliği doğurabilir. Düzensizlik kaosa yol açar.
Sanat alanında kaos konusu oldukça yoğun olarak işlenmiştir. Kaosu aynı zamanda yeni bir oluşumdan, düzenden önce olarak kabul edersek, sanat yapıtının ortaya çıkma sürecini anlamsal olarak kaosla ilişkilendirmek mümkün olabilir. Özellikle plastik sanatlarda kaos değişik kompozisyonlarla işlenmiştir. Örneğin, Bosch’un Cehennem adlı tablosu, Van gogh’un Starry Night adlı tablosu, Fütüristlerin, kübistlerin çalışmalarının önemli bir bölümü kaosu, düzensizliği ve bunun sonucunda olması gerekeni anlatır.
Müzik yapısal olarak kaos ve düzeni anlatmaya yatkın bir sanat alanıdır. Renklerin ustaca işlenerek bir yapıyı oluşturması, müzikal imgelerin bira adalığı ve seslerin kendi iç mücadelesi…
Müziğin özünde var olan ses ve sessizliğin tüm yaratılış mitlerinde bir fon edasıyla kendini gösterdiğini kabul etmemiz gerekir. Müziğin ifade şekli bakımında diğer sanat dallarından ayrılması, sesleri, bir başka değişle frekansları kullanması onun kaosa yatkınlığının bir belirtisidir. Müziğin yapısal olarak ses imgelerinin görüntülenmesi, onu bir gerçekliğe dönüştürmeye yetmez. Aynı zamanda seslerin birlikteliği ve duyumuza hitap etmesi metafizik boyutta bir süreçtir. Seslerin dinlenme sırasındaki algılanma biçimi binlerce yoruma açık bir düşsel gerçekliği beraberinde getirir.
Müzik bir sanat dalı olarak diğer alanlarda olduğu gibi kaosa, kötülüğe, düzensizliğe karşı bir duruş sergiler. Ritim, ses, sessizlik, melodi, armoni bu duruşun kompozisyon içindeki öğeleridir. Ritmik bozuklukların ciddi bir sorun olduğunu sağlık alanından biliriz. Kalbin düzensiz atışı ölümlere neden olabilir. Düzen müziğin olmazsa olmazıdır. Kaldı ki rastlamsal ya da yeni karmaşıklık (New Complexity) akımları da kendi içlerinde bir düzeni barındırır.
Kaos düzensizlik, boşluk, düzen karşıtı olarak tanımlansa da, düzeni içinde barındırır. Adorno düzen ve kaos konusunda aforizmatik çalışmalar yapmıştır. Bilindiği gibi kendisi aynı zamanda müzik konusunda da çalışmalarda bulunmuştur.
Müzik somut-soyut ikileminin tam da arasında bulunan ve o nedenle kavramsal anlamda üzerinde ciddi çalışmalar yapılan bir alandır. Müziğin düzen ve düzensizlik ikilemindeki tutarlı duruşu sanat alanında onu farklı bir kategoride değerlendirilmesini sağlar. Arthur Schopenhauer müziği tüm sanat dallarının en üstünde bir yere oturtarak değerlendirmesi tesadüfi değildir.
Toplumsal yapı içinde rutin olan gidişatın zamanla düzensizliğe doğru yönelmesi ciddi travmalara neden olabilir. Müzik kültürel bir ürün olma nedeniyle, bu tür olaylardan etkilenmesi kaçınılmazdır. Müzikal tarih aynı zamanda toplumsal tarihtir. Çünkü birbirleri içinde yer alırlar. Her dönemin farklı bir kültürel dinamizmi vardır. Müzik tarihini de dönemlerle ifade ederiz. Son zamanlarda ise popüler kültür ile birlikte artık dönem isimleri yıllar olarak ifade edilmektedir. 80’li yıllar, 90’lı yıllar gibi…
Müziği başlangıçtan günümüze kadar sosyal açıdan analiz ettiğimizde kaotik yansımaların olduğunu görürüz. Kavimler göçü, dünya savaşları, ekonomik krizler vb. olaylar müziğe yansımış ve müzik tüm bunlara rağmen yaşadığı çelişkileri yine kendi içinde çözmüştür.
Yıldız Tilbe şarkıları, Tarkan’ın ilk zamanları, İzel Çelik Ercan, Tayfun, serdar Ortaç, Hurşit Yenigün, Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Hakkı Bulut, küçük Emrah vd. müzik dünyasındakilerin “müzik” adına, “sanat” adına yaptıklarının kaotik bir atmosfer yarattıkları ve buna bağlı olarak, müzik sektöründeki manipülasyonun boyutlarını anlamak zorlaşmaktadır.
Her dönemin kendi içinde yarattığı atmosfer ile sanat alanının kıyısından köşesinden tutunarak, kendi varlığının devamını sağlamaya yönelik çabalarıyla hareket etmektedir. Müzik bu ortam içinde saf ve masum kalmaya çalışsa da, devrinin tüm negatif etkilerini bir düzen içinde bünyesinde barındırmaktadır.





26 Eylül 2017 Salı




MAKSEM

Beyoğlu ilçe milli Eğitim Müdürlüğü tarafından hazırlanan MAKSEM Eğitim Kültür Sanat Dergisi yayın hayatına başladı.

Dergi, Beyoğlunun farklı sesleri, renkleri ve kültürlerinin harmanlanması ve eğitim odaklı olması nedeni ile okuyucudan ilgi gördü.


31 Temmuz 2017 Pazartesi

           MÜZİK -MEKAN-SOKAK

Bir arada yaşama, farkındalık, öteki ve hoşgörü kavramlarının yoğun olarak harmanlandığı alanlardan biridir müzik. Müziği sadece sahne performansı olarak düşünmenin, bizleri ne kadar yanılttığını son yıllardaki sanat etkinliklerinde görmek mümkündür.
Müziği sosyolojik olarak ele aldığımızda her birinin içinden çıktığı toplumun kültürel kodları ile örüldüğünü görürüz. Kültürel kodlar, müziğe bir aidiyet ve anlam katar. Bu noktada müziğin evrenselliğinden çok, toplumlara özgü bir sanat edimi olduğunu söyleyebiliriz.
Müzik dinamik bir yapıya sahiptir. Her türlü etkileşime açıktır. Tıpkı diğer sanat dallarında olduğu gibi. Yeniliklerden, gelenekten, farklılıklardan beslenerek kendi içinde sürekli bir devinim halindedir. Müziğin bu yapısı onun yüzyıllar içindeki serüvenine bakıldığında açıkça görülür.
Müziğin hayat bulduğu mekanları düşündüğümüzde, aslında çok fazla alana yayıldığını görürüz. Bir başka değişle, müzik sesin üretildiği her ortamda kendine bir yol bulur ve tüm engellere rağmen bizlere ulaşır. Ontolojik olarak müziğin kaynağı insan bedeni ve onun ardından, bu amaca hizmet eden çalgılardır. Çünkü müzik sonuçta illizyon gibi, sihir gibi titreşimler yoluyla üretilen seslerin birbirleriyle olan ilişkilerine göre yapılandırlılarak ortaya çıkarlar.
Her müzik eseri aynı zamanda sanat ve tasarım eseridir. Seslerin bir araya gelmesi ve onların birbirleri ile olan ilişkilerinin matematiksel bağları sadece müziğe yapısal bir anlam katmaz, aynı zamanda müziğin sofistike yanını da belirler. Müzikal yapıda bulunan aralık ilişkisi, dizileri belirlediği gibi, her dizinin belirli bir duyguya yönelik kavramsal bağları olduğunu da unutmamak gerekir.
Yukarıdaki ilişkiler ağı çağlar boyu müzik kuramcıların dikkatini çekmiştir. Farabi’den Galata Mevlevi Şeyhi Ataullah Efendi’ye (1842-1910), onun öğrencileri olmuş Arel, Ezgi, Uzdilek üçlüsüne kadar her müzikbilimcinin üzerinde çalıştığı bir alan olmuştur.
Müziğin yapısal ilişkileri aynı zamanda kültürel kodları bünyesinde barındırdığı için, hemen hemen her insanın bağlantı kurabileceği mesajlarla yüklüdür. Bu nedenle müziği duyduğumuz anda sihirli bir mesaj almışçasına etkileniriz.
Müzik deyince akla öncelikle İstanbul’da Beyoğlu gelir. Özellikle içinde barındırdığı sahaflar, antikacılar, koleksiyon düzeyindeki nadide parçaları satan dükkanlar, sanat ve müzikseverler için adeta bir sanat vadisi ve cenneti gibidir.
İstanbul’un neresinden olursanız olun, sanat eğlence ve müzik denince akla gelebilecek uğrak yerlerin başında gelir Beyoğlu. Özellikle İstiklal Caddesi’nin etrafında toplanan müzik mağazaları ve onları besleyen plak, kaset vb. malzemelerin bolca bulunabileceği küçük ama bir o kadar da dünyaların sığdığı dükkanlar.
Tüm bu güzelliklerin ortasında yeni bir alan olarak sokak müziği ve sokak çalgıcıları kendini göstermeye başladı. İstanbul için bu sanatın yeni olduğunu söylemek mümkündür. Dünyanın bir çok bölgesinde yıllar önceden farklı akımlarla birlikte kendini gösteren bu sanat dalı bizde hala emekleme aşamasındadır. Başlangıçta sanat olmanın ötesinde müzisyenlerin maddi geliri olarak düşünülen bu alan, zamanla sanat olarak kendini kabul ettirmeye başlamıştır.
Sokaklar kavramsal olarak bireylerin ve kültürel grupların kendilerini ifade edebileceği yegane alanlardandır. Bu alanları sanatçılar kendi yaratıcılıkları doğrultusunda kullanarak bir açık hava sahnesine dönüştürürler.
Sanatçıların sokaklara yönelmesi aslında bizde yeni de olsa Avrupa ve Amerika’da eski bir tarihi vardır. Avrupa, Amerika, Güney Amerika ve Asya’nın bir bölümünde bu sanat akımı artık birey ve grupların profesyonel düzeyde maddi gelir elde ettiği bir alana dönmüştür. Biz de ise öncelik kendini göstermek, sanat camiasına bu kanaldan girmek ya da keşfedilmek üzere yapılan bir sanat etkinliği olarak yapılmaktadır.
Beyoğlu, İstiklal Caddesi’nde yürüyenlerin artık açık hava sahnesine dönen caddede farklı kültürlerin müzikleriyle karşılaşmaları ve kendilerini müziğin ritmine kaptırmaları olağan bir durum olarak karşımıza çıkar. Müzik kendine özgü bir anlam içerse de, kendi sınırlarını aşan ve farklılıkları özümseyebilen bir sanat alanıdır. Ritmin büyülü atmosferi ve melodilerin kırılgan özellikleri her insanın ortak buluşma noktası olabilme özelliğine sahiptir.
Beyoğlu sokak sanatçılarının çeşitliliği, kültürel farkındalığı öne çıkarsa da, ürettikleri melodilerin, dili aşan bir yapısı olması nedeni ile, her kesimden insana ulaşabilen ortak anlamlarla bezenmiştir.
Tünelden başlayan açık hava konserleri, sizleri, meydana kadar yalnız bırakmaz. Yürüdüğünüz tarihi caddenin içinde, vitrinlere bakarken, alışveriş yaparken sizi her yandan saran farklı müzik türleri bir arkadaş gibi, bir dost gibi yalnızlığınızı giderir. Müziğin her an sizi kuşattığına şahit olursunuz Beyoğlu Sokakları’nda. Bir yanda bağlaması ile buram buram Anadolu rüzgarları estiren sanatçının birkaç metre ötesinde kemençesi ile sizlere yürürken horon teptiren Karadenizli yaşlı amca…
Kadim kültürlerden süzülüp gelen müziğin, olmazsa olmazı arkaik çalgıların bir panayırına döner bazen sokak çalgıcılarının performansları. Aniden karşımıza çıkan Didgeridoo sesleri, bizleri alır Avusturalya Yerlileri Aborjinler’in mistik ayinlerine götürür. Başka bir gün karşımıza çıkan Peru’lu müzisyenlerden El Condor Pasa adlı dünyaca ünlü ve ülkede milli değeri olan melodileri dinlemek zevkine erişirsiniz. Carlos Gardel’in tangolarını küçük bir çocuğun akerdionundan dinlemek ayrı bir neşe kaynağıdır. Aynı anda eşzamanlı olarak birbirine yakın mesafelerde icra edilen farklı müzik kültürleri, yapısal olarak, kendiliğinden gelişen bir çok sesliliğin ötesinde raslamsal (aleatoric)  bir armoni sunar.
Sokağın seslerini bizlere estetik kılıfla sunan sokak çalgıcıları aynı zamanda amatör ve profesyonel olarak iki kategoride değerlendirilebilir. Bir de işin içine daha ustalarında meşk derslerini tamamlamadan sokağa çıkan darbuka çalan çocukları ekledik mi sanat, oyun ve eğlenceyi bir arada yaşamak mümkün hale gelir.
Sokak müziği, kendilerini icra eden sanatçılar gibi rengarenk ve birleştiricidir. Dolapdere’nin sokaklarından gelen, Kasımpaşa’da yetişen meşk kökenli sanatçılar, Güney-Orta Amerika’dan gelen, müziklerle harmanlarlar melodilerini. Darbukanın ritmi, gitarın akorlarına uyum sağlarken, Suriye’li sanatçının UD’undan çıkan nağmeler, İran Santur’u ile kulaklarımızın pasını siler.
Tüm bu renklilik içinde sokak sanatçıları bizlere, hoşgörünün, sevginin, bir aradalığın nasıl olması gerektiği konusunda kendi dili ile seslenir. Seslerin arasında var olan dertlerimiz, sorunlarımız, ötekileştirme içgüdümüz kaybolur gider. Sokak bizlere kendi melodisini sunarken insani değerlerimizi yeniden hatırlatır.
Müzik sokakta kendini bulur. Müzik sokağın birleştirici gücünü özümseyerek, yeni melodilere doğru yelken açar.





                                  SANAT YOLCULUKLARI

Her ressam aslında aynı zamanda bir yolcudur. Sonsuzluğa uzanan yolculuğun tuval üzerinde yaşam bulması. Yaşamın renkleri anlamlandırılır sanatın fırça darbeleriyle. Bir bir sorgulanırken travma yaşantılar, hüküm süren karanlık, aynı zamanda aydınlığın müjdecisidir. Müzisyenin tiz çığlıklarında olduğu gibi. Renk sese, ses tuvale yönelir. Yapılan resim mi, müzik mi? Karar vermekte zorlanılır. Sanatsever karar arifesindeki gelgitlerle anlamlandırmaya çalışır yapıtı.
Yapıt bazen müzik, bazen resim olarak çıkar karşımıza. Antik Yunan Tragedyaları’ndaki sürpriz sonlar gibi.

İstanbul gibi dinamik bir sanat ortamından Ayvalık(aslında Ege demek daha doğru olur.) gibi durağan olduğu düşünülen bir yerde konumlanan Kıvrak, aslında diğer meslektaşları gibi Ayvalık’ın sanat damarlarına kan pompalamaya ve yaşamın anlamlanmasına yardımcı oluyorlar. Ayvalık’ın geçmişten beri gelen sanat ortamının İstanbul ve İzmir tarafından gölgelenmesine inat, burada sürdürülen sanat çalışmaları, Türkiye sanat ortamına katkı sağlıyor.

Kıvrak, resimlerinin kışkırtıcı atmosferinde aynı zamanda, sofistike mesajların gizemi yatar. Resimler bizleri uç olan idealizm düşüncesinden sıyırıp, ironik bağlamda gerçek olana yönlendirir. Bu yapının arkasında varvolan birikimin ipuçlarını, öğrencilik yıllarında ve Tülin Onat resminde aramak yanlış olmayacaktır.  Ritm duygusunun alabildiğince özgür işlendiği ve giderek soyutlanan Onat resimleri ve teknik detaylar, Tülin Kıvrak,  için kompozisyon yaratmada belirleyici olmuştur.

Hocası Onat’ın biçeminde uzun dönem eserler üreten Kıvrak, zamanla kendi biçemini yaratarak özgün eserlere yönelmiştir. Artık onun resminde başka izleri aramak yerine, kendi içkinliğinin figürlerini görmeye çalışmak daha doğru bir bakış açısı olacaktır. Eserlerinde varolan figürlerin sağlam temellere oturması, onun perspektifinin ne kadar geliştiğini gösterir. Ritmik yapının alabildiğine hissedildiği tuvallerde aynı zamanda alttan alta, müziği duyma çabaları sonuç verir. Ayvalık kodları içinde gizlenen, müziksel görsellik, eserlerin vazgeçilmez unsurları gibidir. Ayvalık’ın yetiştirdiği en önemli Piyanist ve Eğitimci Kamuran Gündemir’in tuşlardan yükselen sesi, her Ayvalık’lı ressamın tuvalinde olduğu gibi, Kıvrak’ın eserlerinde de duyulur. Bir müzik aşığı,pedagog ve plastik sanatlar sevdalısı Gündemir de tıpkı Onuk gibi Ayvalık sanat ortamından nasiplenmiştir.

İnsan bedenlerinin doğal olan gizemli yanlarını resimlerde aramak yerinde bir uğraşıdır. Kıvrak için bendenler gizlenmeden tüm doğal ortamlarında tuvale yansırlar. Mikro düzeydeki süregelen motiflerin, bir müzikal notasyon oluşturduğu izlenimine kapılırsınız. Böylece yaratılan gelgitler devingen bir kompozisyona dönüşür. Sesin peşinde olmasa da sesi var etme çabasının izlerini duyarız yapıtlarında. Bu nedenle müzisyenin dikkatini çeken kompozisyonlar olarak karşımızda durur tuvaller.




30 Haziran 2017 Cuma




 ULUSAL TELEVİZYON KANALLARINDA GÖRSEL-İŞİTSEL OBJE OLARAK KADIN[*]

Vural Yıldırım[†] – Yrd. Doç. Dr. Tüba Karahisar**
Özet
Marks’ın beşli şemasını göz önünde bulundurduğumuzda feodal dönemden günümüze kadının iş yaşantısına katılış biçiminde önemli değişiklikler olmuştur. Sanayi devriminin ardından gerek kamusal alanda gerekse hizmet sektöründe yer alan kadınların sayısı hızla artmıştır. Günümüzde medyada; yazılı basında arka sayfa kapak güzeli olarak, internet gazeteciliğinde tıklanma sayısını arttırmak amaçlı foto-galerilerin içinde, ulusal televizyonlarda ise reklamlarda, kliplerde, dizi-filmlerde kadının temsili çoğunlukla cinselliği üzerinden olmaktadır. Bu çalışmada özellikle ulusal televizyon kanallarında kadının temsili literatür tarama ile aydınlatılmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Medyada kadın, kadının temsili, müzik.

Abstract
WOMEN AS AUDIOVISUAL OBJECT AT NATIONAL TELEVISION CHANNELS
When we consider quin table of Marks, important changes at attendance type of women to business life have been occured from feudal period to today. Following industrial revolution, number of women in either public area or service sector has been increased rapidly. Today, in media, representation of women is mostly focused on sexuality at printed media as endleaf beauty, among the photo-galleries to increase number of clicking at internet journalism, advertisements at national televisions, clips, serials. In this study, representation of women especially at national television channels has been tried to be enlightened through literature scanning method.
Key Words: Women in media, representation of women, music.
GİRİŞ
“Kadın” - “kadınlık” kavramını,  kavramın kendisi üzerinden açıklamanın mümkün olmadığını, disiplinler arası çalışmalar bize göstermiştir. “Yaşamla ilgili temel sorunların çözümü, kökenlerle ilgili sorular cinsel olandan geçmeden çözülemez. Batı dillerinde kullanılan ‘seks’ sözcüğünün ‘section’ yani bölünme sözcüğünden geldiğini anımsamak, cinselliğin hem kadın/erkek olarak ayırıp hem de birleştirdiğini gösterir.
“Cinsiyet kimlikle ilgili bir olgu olarak çıkar karşımıza yani kimlik kartına yazılan bir olgu olarak. Ancak, bir cinsiyete ait olmak ötekine ait olmamak demektir, bu da başkasılığa (altérité) gönderme yapar” (Parman, 2007: 121). Kadın ve erkek kavramlarının psikanalitik açılımından öte, tarihi sürece baktığımızda durum biraz daha karmaşıktır. Dini açıdan özellikle Gnostik düşüncede Havva’nın Gnosise ilk ulaşan olduğu için Adem’den üstün olduğu kabul edilir. Bu nedenle de dişi tanrısallığı kabul etmişlerdir (Martin, 2010: 74-77).  Gerçi Bazı kaynaklarda da “cennetten kovulma” nın nedeni olarak gösterilen dişi sembol nedeni ile kadınlar özellikle ortaçağda “şeytani” varlık olarak düşünülmüştür. Kadınlık ve Erkek olgusunun tarihin her döneminde karşılıklı bir “iktidar” mücadelesi içinde olduğu bilinir. Bilmediğimiz bir nokta ise genelde tarih yazıcılarının da erkeklerden oluşması, bir eril tarih bakış açısı yaratmış ve tarihin aktarımında bu durum erkeği öne çıkarmıştır. Eril tarih yazımı ve buna bağlı olarak yöntemlerin oluşturulmasından sonra gelişen feminist akım, bu çelişkiler arasında kendi bakış açısını hala yaratma mücadelesi içindedir.
Tarihi çalışmalarda bakılan yer neresi ise, sonuç o noktadan şekillenmektedir. Bazı kaynaklar erkeğin egemen olduğu tezini inatla savunurken, bazıları ise kadının tarih sürecinde ciddi olarak bazı toplumlarda ön planda olduğunu söyler. Örneğin, Yasemin Tümer Erdem ve Halime Yiğit’in hazırladığı çalışmada, kadının özellikle İktisadi hayattaki yeri incelenmiş ve kadınlar lehine önemli bulgular ortaya konulmuştur. Araştırmacılara göre; kadın ve erkek Türk toplumunda eşit kabul edilen bir durumdadır (Yiğit ve Tümer, 2010: 13). Tüm bu veriler ışığında bile cinsiyet üzerine yapılacak çalışmalarda, araştırmacının, dikkatli ve derinlikli çalışma yapması zorunludur. Kadın tarihte her alanda özellikle üretimde var olmuş, fakat görmezden gelinmiştir. Marksist bakış açısına göre ise, işbölümünde kadın eve kapanarak toplumsal yapı içinde, iktidarı erkeğe bırakmıştır.
Müzik dünyasında önemli çalışmalara imza atmış kadınlar olmasına rağmen, bu konuda sağlıklı bilgiler, ancak tozlu raflarda gün ışığına çıkmaya başlamıştır. Yine de sorgulanması gerekenin, iktidarı yaratan cinsiyet mi? Cinsiyetlerin ben kadınım ve/veya erkeğim diyerek iş yapması mı? Bireyler yaptıkları işte cinsiyet temelli düşünmedikleri sürece iktidar kavramı muğlaklaşacaktır. Bunu başarmak için öncelik yaptığımız işte olmalı.
“Besteci olmamın ve beni beste yapmaya iten sebeplerin, ilk bakışta kadın olmamla ilgili olduğunu düşünmüyorum. Kaldı ki, böyle bir ilişki varsa dahi, bunun, muhtemelen işin içinden çıkılamayacak kadar derin psikolojik nedenlerini irdelemek, pek de içimden gelmiyor” (Gedizlioğlu, 2011: 57). Bu sözleri bir kadının, kadın olarak değil, besteci-müzisyen olarak iktidar savaşının neresinde  durması gerektiğine dair ciddi bir tavır olarak değerlendirmek ve bu kanaldan algılamak gerekir.
Kadınlar genellikle müzik alanında önemsenmemesine rağmen, müzik konularında merkez noktadadır. Önemsenmemenin asıl nedeni ise yazarların erkek olmasındandır. Yine de kadınlar müzik alanında varlık gösterebilmişler ve tarihte önemli katkıları ile bir boşluğu doldurmuşlardır.  Maddelena Casulana (1544-1566) müziğini profesyonel olarak yayınlayan ilk kadın bestecidir. Uzun yıllar sonra Kadınlar müzik alanındaki varlıklarını perçinlemişler ve bir adım ileri giderek Kadın Besteciler Birliği’ni kurmuşlardır (Tunçdemir, 2004: 6). 
Müzik konusunda sembolleşmiş bir kadın ismi göstermek gerekirse şüphesiz akla ilk olarak Clara Schumann  gelmelidir (Güneyman, 2011: 56). Onun müzik yaşantısı başlıbaşına bir mücadele örneğidir. Eşinin gerisinde durması, ona destek olması, ilk notasız çalan kişi olarak müzik tarihine geçmesi ve diğer çalışmaları onu müzik tarihinde ayrı bir yere konumlandırmamıza neden olur.
20. Yüzyıl başına kadar kadın ve erkeğin mücadelesindeki gelişmeler, teknolojinin ivme kazanması ile başka bir boyuta çekilir. Mücadele artık siyasi alandan, yaşamın her alanına yayılma göstermiştir. Özellikle medyanın teknolojik sıçrayışı kadın erkek ilişkilerinin yeniden sorgulanmasını gündeme getirmiştir. Medyanın gelişmesi, ürün pazarlamasına yeni bakış açıları getirirken, aynı zamanda kullanılan simgelerin cinselliğe kayması dikkat çekici bir olgudur. Bu noktada insan zafiyetleri açık bir şekilde dikkate alınmakta ve alakasız ürünler cinsel objelerle özellikle kadın olgusu ile pazara sunulmaktadır.
Medyada kadının yer aldığı alanlardan bir de televizyondur. Televizyon, sesin ötesinde görselliğin kullanıldığı en önemli kamusal iletişim aracı olarak yaşantımıza girmiş bulunmaktadır. Yayın giderlerinin reklam gelirleri ile karşılandığı düşünüldüğünde, pazarlama stratejilerinin şekillenme biçimleri de ortaya çıkmaktadır. Kadın burada yine bir fenomen ve ürün sunun objesi niteliğine bürünmüştür. 
Televizyon, hayatımızda yer almaya başlamasıyla birlikte hiç kuşkusuz vaktimizin de önemli bir kısmını işgal etmeye başlamıştır. İnternetin yadsınamaz popülerliğine paralel olarak televizyon izleme alışkanlığı da toplumumuzda artış göstermeye devam etmektedir. İlk televizyon yayınının yapıldığı günden günümüze toplumsal yapıda, sosyo-kültürel yapımızdaki değişiklikler yapılan yayınlara, programlara, haber sunumlarına da yansımıştır. TRT’nin kadına biçtiği geleneksel rollerle 1990’dan itibaren yayına başlayan özel televizyonların kadına verdiği rol bir hayli farklıdır.
Konuya iki yönden yaklaşabiliriz: İlki kadınların ulusal kanallarda yer alma biçimi, ikincisi de medyadaki yayınları izlediklerinde kadınların durumu algılama biçimleri. Ayrıca medya sektöründe erkek egemenliğinin bariz biçimde hissediliyor oluşu, yayınlardaki kadın olgusunun önemini bir kat daha arttırmaktadır. Çünkü kadının bir meta olarak görülmesi ve eril söylemin baskınlığı yine en çok kadınları rahatsız etmektedir. Yazılı basında genellikle üçüncü sayfa haberlerine konu olan kadın, magazin programlarında ve haberlerde ezilen, mağdur olan, cinayete kurban gitmiş, aldatılan, statüsü düşük işlerde çalışan, siyasal-sosyal ve kültürel alanda yer edinememiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadın ya geleneksel roller içinde gösterilmekte ya da cinsel obje olarak sunulmaktadır. Bu ikili yapı gösterilerek bir taraftan da kadına hangi rolü benimsemesi gerektiğinin mesajı verilmektedir. Medyadaki kadının metalaştırılması; kadının kimliksizleştirilmesine, toplum yaşantısında ikinci planda tutulmasına, tüketim nesnesi olarak görülmesine sebep olmakta ve medyada ayrımcı bir dil üretilmesini körüklemektedir.
1.      TELEVİZYONUN İŞLEVLERİ
Sosyologlar, radyo ve televizyonun işlevleri noktasında şu maddeleri sıralarlar: Haber verme, eğitme, eğlendirme, ürün ve hizmetlerin tanıtımı, ikna etme. Bütün bu işlevlerin nihai hedefi, davranış değişikliği yaratmaktır (Aziz, 2006: 69-70). Yayıncılığı kamu yayıncılığı ve ticari yayıncılık olarak ayırdığımızda bu iki yayıncılık tipinin birbirinden çok farklı amaçları olduğu görülür. Kamu yayıncılığının amacı, seyirciye ulusal kimliği aşılamaktır. Ticari yayın kuruluşları ise seyirci sayısını arttırarak reklam verene satmayı hedefler. Kamu yayıncılığının önceliği yayınların kalitesi iken ticari yayın kuruluşları için öncelik izlenme oranında başta olmaktır (Yazıcı, 1999: 13). TRT’de yayınların oranları, dönemler göz önüne alınarak planlanırken özel kanallar ise eğlence-show amaçlı yayınları tercih etmektedir. Bu eğlence programlarının çoğu da yurt dışından alınan müzik yayınları ile show programlarıdır (Aziz, 1999: 140).
2.      YASAL DÜZENLEMELER VE KADIN UNSURU
Dördüncü Dünya Kadın Konferansı’nda (Pekin-1995) kadınların medyada yer alışının, dengeli ve klişeleşmiş yargılardan uzak tanımlanması gerektiğini vurgulamıştır (Castellanos, 2008: 38). “Ülkemizde işitsel ve görsel yayıncılığa ilişkin mevzuat olan 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun’un yayın ilkeleri başlıklı 4. Maddesinin (d) bendinde insanların cinsiyet ve benzeri nedenlerle hiçbir şekilde kınanmaması ve aşağılanmaması, (s) bendinde program hizmetlerinin bütün unsurlarının insan onuruna ve temel insan haklarına saygılı olması, (u) bendinde karşı şiddetin ve ayrımcılığın teşvik edilmemesi ve (v) bendinde yayınların şiddet kullanımını özendirici nitelikte olmaması hüküm altına alınmıştır. Ayrıca Radyo ve Televizyon Yayınlarının Esas ve Usülleri Hakkında Yönetmeliğin 3. Bölümünde reklamların ırk, cinsiyet veya milliyet alanlarında ayrımcılık içeremeyeceği belirtilmiştir (T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Politika Dokümanı-Kadın ve Medya, 2008: 7).
Uluslar arası bir incelemeye göre, dünyada kadınlar medyada istihdam edilme açısından ikincil durumdadır. Dünyada kadınlar, radyo muhabirlerinin %28’ini, basın çalışanlarının %26’sını, televizyon muhabirlerinin %36’sını oluşturmaktadır. Televizyon haber sunucuları oranında kadınlar %56 ile öndedir ancak 35 yaşından sonra bu oran fiziksel görünümün değişmesine paralel olarak düşmektedir (Bilton vd., 2008: 151).
Medyada yönetici ve karar verme mekanizmalarında görev alanların çoğu erkektir. 1980’li yıllardan sonra kadın çalışanların sayısında artış gözlense de beş çalışandan yalnızca biri kadındır. Bu durumda da sistem en baştan erkek egemen değerlerle şekillenmeye başlamıştır (Bek ve Binark, 2000: 6).
MEDİZ (Medya İzleme Grubu)’in yaptığı bir araştırmaya göre; yazılı basında, yayın yönetmenlerinin tümü erkektir. Köşe yazarlarının %12’si kadın, haber kaynaklarının ise yalnızca %18’i kadındır. Ulusal televizyon kanallarında siyasi tartışma programı yapanların hepsi erkektir. Ulusal haber kanallarında ana haber yönetim kadrolarının %16’sı kadınken, ana haberlerde dış seslerin %25’i kadındır (www.ilef.ankara.edu.tr/etik/wp-content/uploads/icindekiler.pdf ).
3) ULUSAL TELEVİZYON KANALLARINDA SUNULAN KADIN İMAJI
Cumhuriyet döneminde kadınların iş hayatına girmesini teşvik eden reklamlar yapılmıştır. Bu dönemin reklamlarında kadınlar, hem ekonomik bağımsızlığını elde etmiş hem de ev işlerini yapan kadın olarak gösterilmiştir. Kadınlar 1950’lere kadar hemşire, sekreter, daktilo yazan rollerinde sunulmuştur (Temel ve Korkmaz, 2009,: 518).
1970’lerde TRT’de haber spikeri olarak işe başlayan Jülide Gülizar ile TRT Genel Müdürü İsmail Cem arasında şöyle enteresan bir diyalog geçer: İsmail Cem, Jülide Gülizar’a “Siz televizyonda haberleri okurken kendimi güzel bir resim izliyormuş gibi hissediyorum” der. Gülizar, bu sözler karşısında şaşırır fakat Cem, “Ben görünüşünüzle ilgilenmiyorum. Televizyonda son derece başarılı bir Türk kadını görüyorum. Çirkin görünebilirsiniz; fakat başarınız bütün olumsuzlukları yok ediyor” diyerek kendisine endişe etmemesi yönünde telkinde bulunur. İlerleyen zamanlarda İsmail Cem ve danışmanı Mehmet Barlas, tüm dünyada haber spikerlerinin erkek olduğu, izleyicilerin kadın spikerlerin bedenlerine odaklanmaları gerekçeleriyle Gülizar’ın işine son verir. Cumhuriyet ideolojisi, kadınların iş yaşamına katılmasını dişiliklerini geri plana atmaları koşuluyla onaylamıştır (www.globalmediajournaltr.yeditepe.edu.tr ).
Ulusal televizyonlarda kadın ya hiç yer almamakta ya da geleneksel rollere bürünmüş şekliyle karşımıza çıkmaktadır. Medya kadınları, “beden” olarak görmekte ve metalaştırmaktadır. Kadın betimlemeleri iki keskin uç arasında sergilenmektedir. Kadın ya kötü kadın olarak gösterilmekte ya da iyi anne-eş olarak sunulmaktadır. Buna bağlı olarak da kadın “kışkırtan”, erkek ise “cinsel isteklerini engelleyemeyen” olarak kabul edilmektedir. (Bek ve Binark, 2000: 4).
Ulusal televizyon kanallarında kadın 3 şekilde karşımıza çıkmaktadır:
1.      Çalışan kadın
2.      Ev kadını
3.      Cinsel obje olarak kadın.
Özellikle reklamlarda dış sesler genellikle erkek sesidir. Çalışan kadın olarak gösterildiğinde bile tek başına değil, erkeğin tamamlayıcısı rolündedir (İşadamı-Sekreter) (İnceoğlu ve Korkmaz, 2002: 41).
Grafik 1: TV Programlarında Kadının Ele Alındığı Konular (%)
Kaynak: T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Politika Dokümanı- Kadın ve Medya, 2008, Ankara.
Grafikte de görüldüğü gibi, kadın en çok ya anne olarak ya da cinsel nesne olarak televizyonda yer almaktadır. Başarılı kadın olarak gösterilmesi ise sadece %10’dur.
Kadınlar iş yaşantısına genellikle domestik işlerin uzantısı olan mesleklerde başlamaktadır. Hemşirelik, hostes vb. Kadına, sakin, eğlendirici, duygulu, iyi eş, iyi anne, olması erkeğe, ise güçlü, zeki, mantıklı olması yakıştırılmaktadır. Böylece kadınlar, belirli mesleklerde yoğunlaşmaya başlamış ve pilot-hostes, işadamı-sekreter gibi ayrımlar ortaya çıkmıştır.
Reklamlar, tüketiciyi etkilemek ve tüketimi arttırmak amacıyla başvurulan araçlardır. Reklamlarda kadının cinsel bir obje olarak sunumu da giderek artmaktadır. Ürün ve hizmet tanıtımlarında kadın bedenine çokça başvurulmaktadır. Araba, lastik, gıda ürünleri vb. pek çok alanda kadın ekranda bedenini teşhir ederek yer bulabilmektedir (Fidan, 2000: 124).
Reklamlarda, filmlerde, show programlarında, haberlerde kadına iyi anne ve iyi eş rolü biçilmiştir. Bunu temizlik, yemek ve çocuk bakımı ile gerçekleştirir. Kadınların, reklamlarda gösterildiği yerler genellikle mutfak, banyo ve alışveriş merkezleridir. Bu reklamlarda kadına öğüt veren dış ses ise erkek sesidir (Bek ve Binark, 2000: 7).
Günümüzde trend şu yönde değişmiştir: Bireyler artık yaşam stilleri ve görünüşleriyle itibar kazanmaktadırlar. Kişinin ahlâki durumu, siyasi görüşü yerine “nasıl göründüğü” önem kazanmaktadır. Magazin programları, diziler, reklamlar, seyircileri daha fazla tüketmeleri konusunda görsel ve işitsel olarak sürekli uyarmaktadır (Dağtaş ve Erol, 2009: 170-171).
Günümüzde kadınlar daha çok tüketen pozisyonunda yer aldıkları için erkeklerin ürünleri satın almalarını sağlamanın yolu yine kadınları reklamlarda kullanmaktır. Kitle iletişim araçlarında kadına ancak zina, namus, şiddet, kadersizlik ve marjinal konularda haber olduklarında yer verilmektedir. Yine yazılı basında, dergilerde kadın fotoğrafları özellikle kullanılmaktadır. Televizyonda sağlıkla ilgili bir haber verilirken dahi kadın bedeni teşhir edilerek verilmektedir (Büyükbakkal, 2007: 21).
Kadına, beden bakımından sadece obje olarak bakılırsa kadın bedeni korunulması gereken bir şey olarak görülecektir. Böylece kendine yabancılaşan bir kadın profili ortaya çıkacaktır. Bu durum ise kadının kendi üzerine isteyerek bir dönüşü yerine, namus kavramına odaklanarak kendinden uzaklaşmasını getirmektedir (Çınar, 2011: 510).
Tanrıöver’e göre, medya şu noktada:
“Tecavüz ya da cinsel suçlara ve şiddete maruz kalanları cinsiyetçi yargılar eşliğinde kendi kurduğu sanık sandalyesine çıkararak, tecavüz ya da şiddete maruz kalanın ahlâkını, yaşam biçimini, sorgulamaya kalkışarak yani suçluyu ya da suçu değil, tam tersine suça maruz kalan kadını yargılayarak” hatalı davranmaktadır (Tanrıöver, 2008: 116).
“Reklamlarda temsil edilen kadın imgeleri, toplumun kadınları nasıl görmek istediğini anlattığı için özellikle reklamlardaki kadın profili, erkeğin bakış açısıyla yansıtılmaktadır. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlar ise seyredilişlerini seyrederler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye özellikle görsel bir nesneye seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur. Reklamlarda gösterilen kadın imgesinin erkeklerin gururunu okşamak amacıyla düzenlenmesinin sebebi, seyircinin her zaman erkek olarak kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır” (Temel ve Korkmaz, 2009: 513-514).
İzleyicileri kolay yoldan ekrana çekmenin yolu kadın bedenini kullanmak olarak görüldüğü için müzik kanallarında, video kliplerde de kadın bedeninin istismarına sıkça rastlanmaktadır. Amerika’da yayın hayatına başlayan MTV kanalını pek çok pedagog ve eğitimci bu sebepten eleştirmektedir. Türkiye’de de 1994 yılında Kral Televizyonunun kurulmasıyla video-klipler özellikle gençler arasında ilgi çekmeye başlamıştır. Bazı kliplerde, kadın şarkıcılar, açık giysiler giyerek ve erotik pozlar vererek yansıtılmak istenmiştir (www.musikidergisi.net/?p=1559 ).
Son 5 yıldır özel televizyon kanallarının reyting kaygısıyla ortaya koydukları popstar yarışmalarında da kadın yarışmacılar seslerinin yanında giysileriyle, açık ya da örtük giyinmeleriyle, zayıf ya da şişman olmalarıyla kısacası görüntüleriyle de eleştiri almışlardır.
Ulusal televizyon kanallarında kadın programları reyting almaya başlayınca sıradan insanların sırlarını ifşa etmelerine şahit olunmaya başlanmıştır. Mahremiyet önemini kaybetmiştir. Özel hayatı ve sır alanını çekinmeden sergilemeye evlilik programlarını da örnek olarak gösterebiliriz (www.perweb.firat.edu.tr ) Bu programlarda kadın, sabit bir maaşı olan, gelir düzeyi yüksek bir eş (korunmaya muhtaç kadın) tercih ederken erkek ise güzel, domestik işlerde başarılı bir hayat arkadaşı arayışına girmektedir.
Kadın programlarında kadınlar statüleri düşük, ekonomik açıdan erkeğe bağımlı, aldatılan, şiddete maruz kalan, ağlayan, derdini anlatmaya çalışan birey olarak gösterilmektedir (Serim, 2007: 337).
Programların saat açısından yerleştirilme durumuna bakıldığında da eşitsizlik olduğu açıktır. Erkek programları, erkeklerin işten eve gelme saatine göre ayarlanırken kadın programları ev işlerinin yapılma saatine, çocuğun okul ve uyku saatine göre konumlandırılmaktadır (www.ilef.ankara.edu.tr/etik/wp-content/uploads/icindekiler.pdf ).
SONUÇ
TRT’nin yayın hayatına başlamasından günümüzün çok kanallı televizyon yayıncılığına gelinceye dek sunulan/gösterilen konular zaman zaman toplumun çeşitli kesimleri tarafından eleştiriye maruz kalmıştır. Özellikle ticari yayıncılığın başlamasıyla birlikte “reyting” olgusu, kadına biçilen rolü tamamen değiştirmiştir. Bunda, yönetici ve karar verme mekanizmalarında çoğunlukla erkeklerin olması (eril söylemin hâkimiyetinin gelişmesinde de) etkili olmuştur. Bu bağlamda kadın, görüntüsüyle ve sesiyle reklam, dizi, film, klip ve yarışma programlarında reyting arttıran bir obje olarak konumlandırılmıştır. Bu konumlandırmaya göre kadın ya iyi bir eş, anne, ev işlerini yapan ideal kadın olarak sunulmuş ya da tam tersi aldatan, baştan çıkaran olarak gösterilmiştir. Bu ikili gösterimin dışında dizi, film, reklamlar ve yarışma programlarında ise korunmaya muhtaç, mağdur, ezilen, cinayete kurban gitmiş, statüsü düşük işlerde çalışan kişiler olarak ekranlara çıkarılmıştır. Yani kadın, ya geleneksel roller içinde ya da cinsel obje olarak rol almıştır. Sadece reklam, klip ve dizilerde değil bazen basit bir sağlık haberinde dahi kadın bedeni cinsel obje olarak karşımıza çıkarılmıştır.
Kadınların düşük statülü ve sadece cinsellik odaklı sunumunun terk edilerek hayatın her alanında “kadın” oldukları için değil “birey” oldukları için başarılarının yansıtılması gerekmektedir. Sadece televizyon kanallarında değil tüm kitle iletişim araçlarında kadının cinsel obje, tüketici ya da domestik faaliyetlerde bulunan kişi konumunda sıyrılarak saygıdeğer, başarılı, üretken bir birey olarak gösterilmesi ise yine kadının elindedir.
KAYNAKÇA
Aziz, A. (1999), Türkiye’de Televizyon Yayıncılığının 30 Yılı, Ankara: Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Ofset Tesisleri.
Aziz, A. (2006), Televizyon ve Radyo Yayıncılığı, Ankara: Turhan Kitabevi.
Bek, M.ve Binark, M. (2000), Medya ve Cinsiyetçilik, Ankara: Ankara Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi.
Bilton, T.vd. (2008), Sosyoloji, İstanbul: Siyasal Kitabevi.
Büyükbakkal, C. (2007), “Medyada Kadın Olgusu”, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, Sayı:28.
Castellanos, A. (2008), “Yaygın Medya ve Kadınlar: Basında Kadının Sesi”, İstanbul Uluslararası Bağımsız Medya Platformu, İstanbul: 03-05 Kasım 2006.
Çınar, A. (2011), “Toplumsal Bedenin İnşasında Kadının Çağrılması ve Çağrısı: Namus Olgusu Üzerinden Bir Çözümleme”, Beden Sosyolojisi, İstanbul: Açılım Kitabevi.
Dağtaş, B.ve Erol, D. (2009), “Yaygın Medyanın Haftasonu Eklerinde Tüketime Dayalı Yaşam Tarzı Sunumları”, Medya, Tüketim Kültürü ve Yaşam Tarzları, Ankara: Ütopya Yayınevi.
Fidan, F. (2000), “Kapitalizmin Gelişme Sürecinde Kadının Çok Yönlü Konumu (Medya Örneği), Bilgi Dergisi (2), Sayı:1.
Gedizlioğlu, Z. (2011), “Müziğin Gündeminde Kadın”, NeoFlarmoni Dergisi, Sayı:6.
Güneyman, M. (2011), “Clara’dan 21. Yüzyıl Kadınına”, NeoFlarmoni Dergisi, Sayı:6.
İnceoğlu, Y.ve Korkmaz, Y. (2002), Gazetecilik 24 Saat – Medyada Kadın ve Kadın Gazeteciler, İstanbul: Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yayınları.
Martin, S. (2010), Gnostikler / İlk Hristiyan Sapkınlar, İstanbul: Kalkedon Yayınları.
Parman, T. (2007), Ötekiden Korku Olarak İki Cinslilik Korkusu-Psikanaliz Buluşmaları / 2 Kadınlık, İstanbul: Bağlam Yayınları.
Serim, Ö. (2007), Türk Televizyon Tarihi 1952-2006, İstanbul: Epsilon Yayınları.
T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Politika Dokümanı (Kadın ve Medya), Ankara, 2008.
Tanrıöver, H. (2008), “Medyada Kadın Hakları İhlallerine Son!: MEDİZ”, İstanbul Uluslararası Bağımsız Medya Platformu, İstanbul: 03-05 Kasım 2006.
Temel, H.ve Korkmaz, T. (2009), “Reklamlarda Kadının Temsil Biçimleri”, Karaelmas Medya ve Kültür, İstanbul: Urban Yayınevi.
Tunçdemir, İ. (2004), “Müzik Sanatında Kadın Olgusu, Yaratıcılığı ve Besteciliği”, Yeditepe Üniversitesi GSF Kadın Çalışmalarında Disiplinlerarası Buluşma Sempozyumu Bildirisi, İstanbul: 1-4 Mart 2004.
Yazıcı, A. (1999), Kamu Yayın Kurumları ve Yeniden Yapılanma, Ankara: Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Ofset Tesisleri.
Yiğit, H.ve Tümer, Y. (2010), Bacıyân-ı Rûm’dan Günümüze Türk Kadınının İktisadi Hayattaki Yeri, İstanbul: İstanbul Ticaret Odası Yayınları.









[*] Bu çalışma Sakarya Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Kadın ve Müzik Sempozyumu’nda (9 Mart 2012) bildiri olarak sunulmuştur.
[†] Müzikolog
** İstanbul Gelişim Üniversitesi GSF İletişim ve Tasarım Bölümü

                    Sessiz Bir Çığlıktır Hakan Ali Toker Ritüellerin gündelik yaşamdan koparak, kamusal alan dışına çıkmasıyla birlikte müzi...